Güvercin

Güvercinler imgeledikleri barış sembolü bir yana varoluşlarıyla insanlar için kadim zamanlardan beri tanıdık ve bu tanıdıklığın verdiği “görünmezliğe” sahipler. İnsan eliyle kurulmuş şehirlere o kadar aşinalar ki sesleri ve varlıkları neredeyse çoğu zaman unutulacak hale geliyor. Evlerin çatılarında, parklarda, mabedlerde, okullarda hemen her zaman, her gün ve gece rastladığımız bu kuşlar mekanın gerçek sahipleri gibi sanki hep varlar, oradalar ve kimse bunun farkında değil.

Güvercin filmini izlerken bu varoluş ve görünmezlik fikri ile ilgili düşündüm. Filmin esas karakteri olan Yusuf bu görünmezlik meselesinde güvercinlere özellikle benziyor. Film Yusuf’un elinde bir yumurta ile açılıyor, bir kabuk kırma imgesi görüyoruz, güçsüzlük ve zorlu bir hayatın ortasına fırlatılma hissi. Bu Yusuf’un genel durumunu da imgeliyor. Jarmush’un Hayalet Köpeğindeki çatıyı hatırlatan çatısında Yusuf güvercinleriyle ilgilenirken içlerinden birini (Maverdi) ayırıyor. Maverdi ve Yusuf birbirine benziyor. Maverdi diğer güvercinlerden ayrı; zorunda kalmadıkça kafesinden çıkmıyor, Yusuf’ta zorunda kalmadıkça çatıdan aşağı inmiyor, orda yıkanıyor, orda uyuyor… Yönetmen[1]  bu noktada öyküyü ve filmin akışını çok sağlam bir birliktelik üzerine kuruyor.

Yusuf’un ağabeyi Yusuf’u bir aykırı güvercin gibi görüyor, fakat Yusuf’un Maverdi’ye yaptığını o Yusuf’a yapmıyor, anlayış göstermiyor. Yusuf’un varoluşunun tek yolunun hayata uyum sağlaması topluma karışması ve normalleşmesi (!) olduğunu düşünüyor. Onu sanayiye götürüyor. Yusuf bir yandan sanayideki bu hayata alışıp diğer yandan güvercinleriyle ilgilenmeye çalışırken kuşbazların bildiği bir şeyi yapıyor; dama inen yabancı güvercinleri de satarak para kazanmaya çalışıyor. Bu denemelerinin birinde postacı olarak kullanılan bir güvercinin ayağına bağlanan “mal” başına bela oluyor ve malın sahibi (Yusuf toyluğuyla güvercini satınca) Yusuf’un damını basıyor. Malını sorguluyor ve sonra ortalığı dağıtarak Maverdi’yi yaralıyor.

Bir yandan bunlarla uğraşan diğer yandan Adana sokaklarında platonik aşkı olan mahalle kızının peşinde dolaşan Yusuf nihayetinde güvercinler gibi oradan oraya sürüklenene ve karın tokluğuna adeta kafese konulmuş gibi çalıştırılan gençlerin içinde şehir dışına sürükleniyor. Güvercin aşkıyla kaçıp geri döndüğünde damın tarumar edildiğini görüyor. Bir teselli olarak arkadaşlarından ayrı olan[2] Maverdi’nin hala hayatta olduğunu, onu fak etmediklerini (!) (yâda bulamadıklarını ablasından öğreniyor Yusuf. Bu noktada babasından devraldığı bu istidadın ve kuşbazlık sevdasının ceremesini yaşayan Yusuf’la birlikte seyirci de hayatta kalmanın/devam etmenin umudunu taşıyor. Kamera çatılardan gökyüzüne doğru yükselirken olası yeni başlangıçların ve bu başlangıçlarda her şeye rağmen sürdürülen inadın hissiyatı yaşanıyor.


[1] Banu Sıvacı

[2] Bu arkadaşlarından ayrı kalan güvercin bir Galeano öyküsünü/anlatısını hatırlattı:

Paris’in bir  caddesinde koca bir işçi müfrezesini elindeki şemsiyeyle tepeleyen kadını bana Juan Gelman anlattı. İşçiler güvercinleri yakalamaya çalışırken bu kadın inanılmaz bir Ford marka arabadan, hani kolu çevrilerek işletilen o müzelik parçaların birinden iniyor, şemsiyesini kaldırarak saldırıya geçiyor. Silahını iki eliyle kavramış, ileriye atılıyor; yiğit şemsiyesiyle işçilerin güvercinleri yakalamakta kullandıkları ağları parçalamaya girişiyor. Derken, güvercinler bembeyaz bir kargaşayla havalanınca, kadın şemsiyesini işçilere yöneltiyor. İşçiler kendilerini kollarıyla korumaya çalışıyorlar; bir yandan da dudaklarından, kadının kulak asmadığı kopuk kopuk itirazlar yükseliyor: Biraz saygılı olsanıza, madam, lütfen, işimizi yapmaya çalışıyoruz burada, biz emir kuluyuz, sen gidip belediye başkanına vursana, yavaş gel, madam, neyin var senin, bu karı delirmiş… Öfkeli kadın sonunda kolu yorularak soluklanmak için bir duvara dayandığında işçiler ondan bir açıklama istiyorlar. Uzun bir sessizlikten sonra kadın konuşuyor: Oğlum öldü. İşçiler ona çok üzgün olduklarını, ama kendilerinin bir suçu bulunmadığını söylüyorlar. O sabah işlerinin başlarından aşkın olduğunu da sözlerine ekliyorlar, anlarsınız ya… Oğlum öldü, diyor kadın gene. İşçiler: Evet, tamam, ama bizim de ekmek paramızı çıkarmamız gerek, Paris te milyonlarca güvercin var, kentin baş belası bu geberesi kuşlar. Hayvanlar! diye patlıyor kadın. Sonra işçileri şaşırtan bir şey söylüyor: Oğlum ölünce güvercine dönüştü. İşçiler suskunlaşıyor, bir süre düşünceli duruyorlar. Sonra göğü, damları ve kaldırımları dolduran güvercinleri göstererek kadına öneride bulunuyorlar: Madam, siz oğlunuzu alıp gitsenize! Biz de rahatça işimize bakalım. Kadın başındaki siyah şapkayı düzeltiyor: Yoo, olmaz, dünyada olmaz! Bakışları, camdan yapılmışlar gibi işçileri delip geçiyor, sonra kadın büyük bir serinkanlılıkla şöyle diyor: Güvercinlerin hangisi benim oğlum, bilmiyorum ki! Zaten bilsem de alıp götürmem onu. Arkadaşlarından ayırmaya ne hakkım var?

Yorum Bırak

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir