İran filmlerinde alegorik anlatım geleneksel ve ayırt edici bir özellik olarak karşımıza çıkıyor. Bu alegori için de temel kodlar hangi hikaye olursa olsun değişmiyor. Bu kodlar günlük sıradanlığın içinden, ailenin içinden anlatılan minör hikayeleri katmanlı bir anlatıya, toplumsal bir öyküye çevirebiliyor. Kadim anlatı geleneğine sahip İran toplumunda bu kültürel özelliğin görsel anlatı içinde/sinematografide karşılık bulması bir gücü açığa çıkarıyor. Zira İran filmleri bu yönüyle dünya sinemasında kendi dilini dolayısıyla kendi özgünlüğünü yine kendi kodları içinden aktarabilerek var oluyor. Filmler evrensel bir anlatıya ve dile sahipken ayı zamanda yerel bir duyguyu/kültürel bir aktarımı sağlayabiliyor. Bu durum benim nazarımda İran filmlerini, dünyanın farklı bölgelerinden olan son derece yetenekli yönetmenin ( son derece iyi hikayeleri evrensel bir anlatı içinde anlattığı) bir çok önemli filminden ayrıştırıyor, daha da kıymetli hale getiriyor.
İran filmlerinin alışık olduğumuz kodlarında genel olarak Baba İktidarı , Anne (Bazen bu bir büyük anne de olabiliyor, yaşlı bilge kadın olarak ) vatanı (yada bu filmde olduğu gibi geleneksel devlet aygıtlarını ) çocuklar gençliği imgeler. Bu sayede minör bir hikaye aslında toplumsal bir durumu da anlatır. Yani çekirdekle ilgili konuşurken aslında meyve hakkında da konuşmaktadır yönetmen. Bir aile hikayesi aynı zamanda toplumsal bir anlatıya dair bir sınıf hikayesini de oluşturur bu sayede. Leyla’nın kardeşlerinde Yönetmen bu kodları kullanırken ayrıca Avrupa sinemasından alışık olduğumuz boşlukları da kullanıyor, ve minör anlatıma daha büyük ve karışık, (fabrika ve düğün sahneleri gibi) çekilmesi beceri gerektiren oldukça zor sahneleri ekliyor.

Filmin hemen başında büyük bir ailenin/aşiretin taziye merasiminde (ki bu taziyede çok uzun sürmüştür) ailenin reisinin öldüğünü anlarız. Ölenin selefinin açıklanacağı törene gelen iki büklüm ihtiyar İsmail, kalabalığın içinde kaybolur; ona itibar edilmez ve reislik payesi için çekişen aile meclisi içinde ciddiye alınmaz. İsmail bu duruma sesini çıkarmasa bile içten içe oldukça içerlemektedir. Filmin devamında İsmail’in ailesine yakından baktığımızda Maslow’un hiyerarşisine uymayan bir resme şahit oluruz. İsmail’in kırklı yaşlara gelen fakat tabiri caizse perişan özel hayatlar içine sıkışmış dört oğlu (Alireza, Parviz, Ferhat ve Manouchehr) ve işlevsiz bir annenin yerini tutarak maaşıyla aileyi geçindirmeye çalışan bir kızı (Leyla) var. Filmde tüm bu karakterler üzerinden adım adım hikayeleri dinliyoruz. Vuslat bulmayan aşklar, hastalıklar , ebeveyn yükleri altında ezilmiş çocuklar, boşa harcanmış yetenek ve zekalar ,asla gerçekleşmemiş hayaller…Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre sadece temeldeki fizyolojik ihtiyaçları nispeten karşılayabilen bu ailede İsmail piramidin tepesindeki saygı görme ve kendini gerçekleştirme dürtüsüne yönelerek adeta bizde çok sık kullanılan içmeye olmayan ayrandan ve tahtırevandan bahsedilen deyimi hatırlatıyor.
Ölen aşiret/aile reisinin oğlu kendi oğlunun düğün masrafını yıkmak için İsmail’e bu görevi teklif ediyor. Hiç beklemediği bu durum karşısında sevinçten ve heyecandan çılgına dönen İsmail tüm zorluklara rağmen kimseyle paylaşmadığı ve sakladığı 40 altını bu iş için ortaya çıkarıyor. Başta Leyla olmak üzere kardeşler buna karşı çıkıyor çünkü amaçları alışveriş merkezinde tuvaletlerin yerine yapılacak yeni dükkânlardan birini satın almak. Bu sayede tüm sıkıntıların biteceğine inanıyor. İsmail’in ise tek derdi ölen kuzeninin yerine geçmek ve tüm hayatı boyunca görmediği saygıyı akrabaları içinde görmek. (Bu Maslow’un hiyerarşisine uymasa da bizim toplum içinde oldukça tanıdık bir durumu işaret ediyor).Jourablu ailesinin toplumsal bir panaromayı sunabilmesi bu noktada başlıyor.
Film birçok detay ile bu karakterler üzerinden bir bakış açısı ve anlatı sunuyor. Burada bu detaylara ve hikâyeye çok fazla girme niyetinde değilim. Açıkçası İran’da filmin yasaklanması (farklı bir gerekçeyle) filmin durduğu nokta düşünülünce oldukça anlaşılır. Zira doğal olarak her anlatı da olduğu gibi sübjektif bir bakış açısını ya da doğru ifade etmek gerekirse bir fikre indirgenmiş bir anlatıyı izliyoruz. Bu fikrin temelinde de aşiret ve mensubiyete karşı çekirdek aileye içe dönülmesi var. Bunun İran dış politikası ve muhalefet söylemi açısından değerlendirilmesi ayrı bir yazı konusudur. Bu detayın altını çizdikten sonra bir tabloda karakterlerin neyi temsil ettiklerini görelim.

Film boyunca birbirini envaı şeyle suçlayan kardeşler, İsmail Karısı Leyla… Nihayetinde cimrilikle biriktirilen altınların toplumsal/ekonomik arka planı gösteren develüasyon ve yüksek enflasyon karşısında bir hiçe dönüşmesi. İhtiyaçlar listesinde hiçbir ihtiyacın/beklentinin/hayalin tatmin edilmemiş olması. Filmdeki esas karakterlerin neredeyse hepsi için bu tatminsizlik hali ile biter film. Belki de bu sebeple film ile ilgili konuştuğum birçok kişi Leyla’nın İsmail’e attığı tokattan bahseder. Bu duygu oluşmuştur izleyici de. Tatmin edilemeyen ihtiyaçların, eksik kalan hayallerin yerini alan bir öfke ve onun karşılık bulduğu o an kalır zihinlerde.