Kuru Otlar Üstüne : “İnsan ve Taşrası” Üzerine Sözler

Bir sanatçının dünyasında, çocukluğuna dair izleri görmek çok yaygın bir durum. Nuri Bilge Ceylan için bu çocukluk çoğunlukla babası üzerinden inşa ettiği bir anlam arayışının yansımalarını içeriyor sanırım. Nevi şahsına münhasır, esasında taşradan kopan fakat azmi ve entelektüel kapasitesi başka bir deyişle idrak kabiliyetiyle kendini geliştiren, çalışmak zorunda olan;  buna karşın ömrü boyunca bilgi peşinde olan,  medeniyetlere, tarihe ve anlama dair duygusu hep diri kalmış bir babanın,  Mehmet Emin Ceylan’ın tesiri Nuri Bilge Ceylan’ın dünyayı algılayış şekli ve hikâyelerini oldukça etkilemiş. Bu zaten bilinen bir konu, özellikle ilk dönem filmlerinde –belki imkânların da dayatmasıyla- hakikate/dünyaya dair ilk algısının oluştuğu yerden yani “kendi taşra”sından anlatmaya başlamış, hikâyeleri; hatta çoğunlukla tanıdıklarına ve anne babasına rol vermiş.

İlk filmlerinden içerik ve dil olarak ayrışan yönetmenin son filmde yine bu ilk konuya, bu mikro meseleye döndüğüne şahit oluyoruz. İnsana ve taşrasına… Kuru otlar üstünde insan ve taşrasına dair bir film. Temelde bu oldukça açılabilecek, genişleyebilecek bir mesele. Ki yönetmenin özellikle Ahlat Ağacı ve Kış Uykusunda bu genişlemeyi gerçekleştirdiğini düşünenlerdenim. Kuru Otlar üstünde bu genişlemeyi, yani insan ve taşrası ana meselesi başlangıcından topluma dönük daha büyük şeyler (çoğunlukla ideolojik ) söylemeyi deniyor. Bu söyleme geçmeden önce Emine Ceylan’ın babası ile ilgili yazdıklarından birkaç alıntı yapalım:

Yazları köye döner, çalışır, çalışır. Harman, çapa, tütün. Gecelerin yıldızlarla dolup taştığı saatlerde uzandığı yerde hayallere dalar. Uzaktan uzağa havlayan köpekler, aniden başlayan yatsı ezanı… Sonra sessizlik geri gelir, dünya uzaklaşır, mesafeler uzar, uyuyakalır. Mısır tarlasını beklemeye geldiğini unutur, geceleri mısırlara dadanan domuzlara engel olmak için orada olduğunu, ancak mısırları yemeye başlayan domuzun çıkardığı sesle hatırlar, yerinden fırlayıp sese doğru koşar, ürken domuz hızla kaçar…”

“1954’de devletin açtığı ingilizce sınavını kazanarak Amerika’ya gitti. Geride genç karısı ve henüz doğmamış bebeğini bırakarak. Amerika’da geçirdiği bir yıl hayatında yepyeni bir dönem açtı. Oranın gelişmişlik düzeyi ve özgürlük ortamı onu çok etkilemişti. Devletin verdiği harcırahı biriktirerek 1957 model Chevrolet marka bir araba ve bazı ev eşyaları aldı. Amerika’nın çeşitli bölgelerini, Üniversitelerini dolaşarak Ziraat konusundaki gelişmeleri yerinde öğrendi. Türkiye’yi anlatan konferanslar verdi…”

Amerika dönüşü Yeşilköy’deki Zirai Araştırma Enstitüsü’nde çalışmaya başlar. 1959 Ocak’ının 26’sında bir oğlu olur. Adını tarihten koymak ister. Gültekin, Bilge ve Kağan gibi isimlerden Bilge’yi seçer. Dedemin adıyla beraber Nuri Bilge oluverir oğlunun adı…


“Biz babamızı çeşitli halleriyle düşünürüz hep. İlk erken çocuklukta zoraki yatırdığı öğle uykularından, içmek zorunda olduğumuz balık yağından. Geceleri haritalara bakarken, nedense gerçekleşmemiş, görev için gidilecek Yeni Zelanda seyahati hayalleriyle, kitaplar arasında geçirdiği vakitlerdeki uzun suskunluklarıyla. Kendi dünyasına çekilivermiş düşünceli halleriyle. Bu kıymetli otomobiliyle çıktığımız gezilerle. Türkiye’de gezilmemiş antik kent kalmamıştı. Sıklıkla Beyazıt Kütüphanesine yaptığı ziyaretler de belleğimizde. Milet, Priene, Efes, Termessos, Sardes vs. En ücra köşeyi bile bilir babam. İngilizceden, Fransızcadan kitaplar okur. Büyük İskender’e hayrandır…

“Ziyaret ettiğimiz antik yerlerde, girişin orada annem ve biz iki kardeş bir ağacın gölgesinde otururduk genellikle, babamsa elinde kitaplar bir tepenin ardında kaybolurdu[1], 1-2 saat sonra başka bir tepeciğin üzerinde silueti görünür, tekrar kaybolurdu. Gözlerinde bir ışık, dudağında mutlu bir gülümseme olurdu. Öylesine tutkulu bu insanın bütün bunları tek başına yaşamasını, hayatında bir çok şeyi aslında hiç paylaşmamasını, bu tekil mutluluğun bütün hayatınca ona yettiğini o zaman değerlendiremiyorduk tabii. Saatler sonra mutlu bir yorgunlukla çıkagelir, annemin söylenmelerine bile aldırmaz, yola devam edilirdi. Babam niye bunlara meraklı diye düşünürdük. Bize öykülerini anlatırken yarı şaşkın, yarı merakla bakakalırdık. O ise hayatın anlamı bu işte der gibiydi. Geçip gitse de hayatlarımız, tarihin görkemi içinde kendine bir yer bulur böyle işte der gibiydi. Bilimin, sanatın, bilginin ötesinde her şey boş der gibiydi…[2]

Ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Ceylan sinemasında taşradan ayrılmış, taşrasından ayrılmış ve o kabuğu/çekirdeği kırdıktan, bir çeşit aydınlanmadan sonra taşraya dönmüş (yâda oraya/birbirine benzeyen herhangi bir taşraya atılıvermiş) karakterlerin hikâyesini izleriz. Samet’te öyle bir karakterdir. Bir an önce uzaklaşmak istediği bir yerdir Karayazı’nın o köyü… Hikâyenin ana eksenini oluşturan Samet’in dünyasına giren insanlardır, bu insanlardan biri, bir bacağını Ankara gar patlamasında kaybeden Nuray’dır;  diğeri ergenliğin sınırlarında enerji dolu ergenliğin sınırlarında yaşama karşı güçlü bir enerjiyle dolu Sevim’dir.  Ayrıca okuldaki öğretmenler ,(ki oldukça gerçekçi tasvir edilmiştir ve bunların içinde ev arkadaşlığı yaptığı Kenan ‘da vardır) ve Bıçkın diye tabir edebileceğimiz bir veteran ve babasını kaybeden nihayetinde kendi de bir çeşit kaybolma yolunu seçen genç, köydeki komutan okul müdürü, ilçe milli eğitim müdürü… Bu karakterlerden Samet ile birlikte esas iki karakteri oluşturan Nuray ve Kenan’dır.[3]

Samet bir yandan köydeki insanlarla, öğrencileriyle iyi anlaşırken onlara iyi davranırken akabinde hayal kırıklığına uğrayınca ona karşı yapılana misliyle karşılık verir. Bu Ceylan anlatısındaki temel noktalardan biridir. Taşraya gelen, özünde iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalışan karakterin yaşadığı hayal kırıklığı[4] ve sonrasında başta kendine sonra herkese yabancılaşarak yapılanlara karşılık vermesini (safi bir kötülükle) izleriz.

Ceylan bu karakterle olan ilişkisinde diğer filmleri kadar net değildir. Ortada kadın olmak, alevi olmak, çocuk olmak, engelli olmak, doğuda olmak, kürt olmak, yoksulluk vs. gibi birçok mesele vardır. Tüm bu tartışmanın içinde hakikatte bunların tamamına uzak bir karakterdir Samet, belki ileri seviye bir liboş, yada benzerlerine sıkça rastladığımız bir bencilliğin içinde debelenen tamamen pragmatist bir zamanedir.

Filmin nihayetinde karakterin ağzından da afişe edilen mevzu da öğrencisi Sevim ile olan tartışmalı/ilişkisinde bir aşkınlık aramaktadır. Sevim’in gelecekle olan ilişkisi her şeyin başında olması ve enerji dolu halini belli bir açıdan kıskanmaktadır hatta. Çünkü şöyle der “Sendeki beni görmek isterdim” , bu narsist söylem Samet’i diğer herkese yukarıdan bakan tavrını özetlemektedir. Samet’in  tüm iyi halleri kendisine yönelen en ufak hayal kırıklığında yerini kötülüğe bırakır. Sevim’im ona yazdığı mektubu bir ego tatmini ile okurken yakalanır ve Sevim’e mektubunu vermek istemez. Bundan sonra Sevim’in onu şikayet etmesiyle Sevim’e karşı tüm iyi düşünceleri ortadan kalkar, çünkü ayna kırılmıştır, Sevim’de diğer tüm insanlar gibi Samet’in kendini seyretmek (olumlu manada görmek ) istediği bir aynadır.

Nuray ise başta ilgisini çekmez, fakat Kenan ile yakınlaşınca da Kenan’a olan öfkesi ve Nuray’n Kenan’ın yüzü ile ilgili söylediği şeylerin ortaya çıkardığı kıskançlıkla Nuray’a yakınlaşıp bu durumu bozmak ister. Yönetmen bu sahnede 4. Duvara yönelir. Samet banyoya yönelince setin dışına çıkar gerçeklik değişmiştir, yaşananların bir mizansen kurgu olduğunu anlatır. Bu sayede seyircideki belki de özdeşleşmeyi dizginlemek ister. Bir bakımdan bu yönetmenin karakterle ilgili mesafesini de ortaya koymaktadır. Setin öte ucundaki lavaboda haplanır[5] ,sonra Nuray’ın yanına döner.

Bir narsistin, insanları araçsallaştırmasını , ego tatmini ve ruhsal açıdan kullanmasını izleriz. Mikro bir hikâyedir bu,  kendi taşrasına (nereye giderse gitsin kaçamayacağı  ) hayal kırıklıklarıyla düşmanlaşan bir karakterin açmazını izleriz. Hikâye genişlemek ister, fakat bir odak problemi yaşamaktadır[6]. Birçok konuda birçok şey söylemektedir film, fakat anlaşılmaz söyledikleri. Bu anlaşılmaz söylemlerin sebebi Samet’in karakterinde gizlidir. Orada gerçekten olup bitene uzaktır Samet, bencil ve yukarıdan bakar herkese ve herşeye. Bu yönetmenin bilinçli bir tercihi olarak bu tipolojiye eleştirisi midir bilinmez, fakat tıpkı filmin sonunda söylettiği gibi değersizleşen bir kuru ota dönecek olan Samet’in ve bu tipolojinin kendi varoluşudur.[7] Bu bencil ve üstten hali sözünü geçersiz ve anlaşılmaz kılmıştır.  

 Notlar

[1] (Sürpriz bozan uyarısı!)     Kuru Otlar Üstünde filminin son sahnesini hatırlayalım

[2] https://www.nuribilgeceylan.com/photography/formyfathertextturk.php

[3] Bu üçlü yapıda Nuray’ın egoyu, Kenan’ın süperegoyu ve Samet’in ise idi temsil ettiğini söyleyebilir miyiz?

[4] Ceylan’ın babası ile ilgili de döndüğü memleketinde insanların davranışları yüzünden hayal kırıklığına uğradığı bilinmektedir.

[5] Samet aslında bir karakter oluşturmuştur kendine, bu sahnenin bir okuması da bir eksikliğin gizlice ve geçici olarak giderilmesini öte de yapmaktadır.

[6] Benzer bir yokluk, okul mizanseni koyan Okul Traşı filmindeki hikaye bu odaklanmayı ortaya koymaktadır.

[7] Sevim’in onun nutuk atması ve özür bekleyişi karşısındaki umursamaz iplemez hali bu durumu çok güzel anlatırken, diğer yandan yeni neslin duygusal rijitliğiyle ilgili ilginç bir tespit ortaya koymaktadır.

Yorum Bırak

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir