İnsan ancak her şey bittiğinde mi mutlu olur ?
Bilinmez bir orman ve bir denizin kenarında sıkışmış bir kasabada bir gemi ve geminin çıkardığı anlaşılmaz uğultu… Mendireğin ucunda toplanmış kalabalık ve onlardan ayrılan bir adam. Kasabaya dışardan gelen bir adam ,basit bir adam. Çalışmak için gelen bir adam. Kasabada ortaya çıkan anlamsız yangınlar,tuhaflıklar denizden gelen adamı öldüren gizemli kötücül adam ,Çocuk istismarı. Kaybolan insanlar/bandolar…Karısını öldüren adam…Metruk binalar, tenhalık ,karanlık ve belirsizlik. Rüyadaki gibi manasızlaşan diyaloglar ve işler. Kötü bir rüyanın/bir çeşit kabusun (adgasu ahlam) içinde inşa edilen bir distopya.
Nerde olduğu ne zamanda olduğu belli olmayan bu kasaba ve insanlarının Kafkaesk bir tonda içine yerleştirildiği belirsizlik. Filmin temel anlatısını üzerine oturttuğu bir belirsizlik bu. Geleceğin belirsiz olması ,yakın dönemde deneyimlediğimiz türden bir felaket distopyası ve beklenen, olması muhtemel bir felaketin öncülü işaretler.
Bu sırada kasabaya dışardan gelen adamın şahsında ortaya çıkan kurtarıcı figürü arayışı. Mehdi arayışı. Sürekli sorulara muhatap olan ve esasında hiç bir soruya gerçekten cevap vermeyen/veremeyen bir adam. Bu adam- yani dışarıdan gelen, yani öteki- öksürüğü için gittiği Dispanserde kürek kemikleri arasındaki yonca şeklindeki lekeden Mehdi tanısı alan ve bu tanıya uygun olarak herkesin tüm cevapları almak için sorular sorduğu, beklentiye girdiği birine dönüşüyor.
Bu kıyamet anlatısı aslında yönetmenin oluşturduğu anlatı dilinde özellikle abstürd haline rağmen ciddiyetini koruyabiliyor ve tüm anlamsız diyalogların ve hallerin ötesine geçebilerek politik bir allegori oluşturabiliyor. Yönetmenin bir söyleşi de belirttiği gibi zaten bir kıyametin içinde olan ve içinde olduğu kıyameti idrak edemeyen kasaba halkı adeta toplumu imgeliyor. Hikaye Pirselimoğlu’nun sürekli kullandığı bir yöne çevriliyor. Şeyler kendini tekrar ediyor, ölüler olayların tekrarlanması için uyanıyor ve çember üzerinde, bir sonraki turun başlangıcında film sonlanıyor.