Japon sinemasının, daha da geniş çerçeveyle bakarsak ‘Dünya Sineması’nın’ en önde gelen isimlerinden olan Akira Kurosawa, şüphesiz sinemanın görüp görebileceği en büyük yönetmenlerden biridir. Spielberg, Coppola ve Lucas gibi önemli isimlerinde hayran olduğu ve ilham aldığı bu güçlü isim ardında sanat ve sinema adına nitelikli yapıtlar bırakmıştır. Yirminci yüzyılın ve dünyanın görebileceği en üretken yönetmenlerinden biridir, dolayısıyla senaryoları ve yapımları en çok uyarlanan isimlerden biri olmuştur.
Yönetmenin 70’lerde geçirdiği buhran ve ardından gelen sağlık problemleriyle birlikte verimliliği azaldığından olacak ki, kendi içinde yaşadığı bu dönemi sadece bir film ile, ‘Dersi Uzala’ ile geçirir. Tükenen bir sinema efsanesi olarak görünür fakat 80’lerin başında iki güçlü film ile eski günlerine döner.
Kurosawa dendiğinde akla gelen en önemli kavramlardan biri savaş-çatışma unsurlarının bulunduğu ortamda ki doğa/estetik tabiat görüntüleri ve hümanizmdir. Eserlerinde umudun her anlamda var olabileceğini bize aşılar. İnsanın; hislerin ve kargaşanın ortasında ki yerini en iyi şekilde niteler. Ran’a baktığımızda 16. yüzyılın Japonya’sında feodal bir krallıkta yaşanan isminden de anlaşılır olan ‘Kaos’ ve kaosun krallıktan götürdükleri sunulur. Senaryonun aslı Shakespeare’in Kral Lear’ından alınsa da; Ran, Kurosawa’nın ilk Shakespeare uyarlaması değildir. Kurosawa, yerini drama bırakan trajedinin antik küllerini tekrar ortaya çıkaracak realist ve güçlü bir yapım ortaya koyar.

Antik bağlamda düşündüğümüzde trajedi türünün ilk örneklerinde sahnede tanrılar bulunurken zamanla soylu insanlar ve soylu sınıf bulunmaya başlamıştır. Kurosawa’nın yapıtında da bunu görürüz. İmparator Hidetora’nın gördüğü rüyanın etkisiyle, Buda’dan bir işaret varsayarak topraklarını ve gücünü oğullarına paylaştırması anlatılır. Gücünü en büyük oğlu olan Taro’ya ve toprakların bir kısmını diğer oğulları Jiro ve Saburo’ya bırakır. Saburo bunun adaletsiz bir çözüm olduğunu düşünerek karşı çıkar ve saygısızlık olarak görüldüğünden hem Hidetora’nın huzurundan hem de krallıktan sürgün edilir. Hidetora’nın oğulları hakkındaki fikirleri beklediği gibi çıkmaz, gücü ele alan oğullar daha da hırslanarak İmparator’dan hem ünvanı hem de saygıyı esirger. Zamanla daha da şiddetli bir güç mekanizmasına dönüşen bu hırs, adım adım kanlı bir iktidar savaşına dönüşür. Hidetora’nın gelinleri arasında da süregelen bu hırs sadece büyük oğlan Taro’nun eşinden gelir. Gelinlerinden ikisi de farklı Kraliyet ailelerindendir ve bu krallıkların sonundan sorumlu kişi İmparator Hidetora’dır. Taro’nun eşi Kaede intikam hırsıyla yanıp tutuşurken, Jiro’nun eşi Sue kendini Buda’ya adayan, teslimiyetçi ve münzevi bir kişi olarak ortaya çıkar. Baba-oğul ve savaş-barış ikilemlerine kin-teslimiyet eklenir. Bu kaos dışında aileyi içeriden karıştırmak isteyen Kaede, Taro’nun ölümü ile iktidardan düşme korkusuyla Jiro ile yasak bir beraberlik yaşar ve Sue’nun ölüm emrini verir. Film boyunca gitgide büyüyen entrika ve korku sarmalı, kaotik savaş sahneleriyle tavan yapar.

Aile parçalanır, kraliyet parçalanır ve sürgüne gönderilen oğul, Yaşlı Hidetora’nın tüm öfkesini yatıştırır. En küçük oğlan Saburo İmparatoru bütün kötülüklerden kurtaracak kahraman olarak ortaya çıkar, aile tarafından daima azımsanan, küçümsenen kişi; bir bakıma kraliyet için ışık olacaktır. Beklenen beklenmedik an’da gelmiş olup bir kurtarıcı haline bürünmüştür. Filmde genel bir bakış attığımızda daimi olan ve sahneler geçtikçe devinime uğrayarak büyüyen kavram, iyi-kötü çatışması olarak karşımıza çıkar. Hem oğullar arasında, hem gelinler arasında hem de huzur ve savaş arasında gelip geçen sahneler ‘Kaos’ anlatısı için önemli bir faktörü oluşturur.
Rüya’nın getirdiği haberler, bir uyarı ya da müjde görevi görmesi yine hikayenin yaşandığı dönemde de aynı işlevi görmektedir. Ve uyarıları görmek ve anlamak İmparator’un elindeyken, ve oğlunun uyarısını da dikkate almadığından kraliyet bir ‘Kaos’ çukuruna düşmüştür. Film bize Japon gelenek ve göreneklerini tanıtırken aynı zamanda ahlak ve saygı ölçülerini ulusal çerçevede aktarır. Ünvan ve saygınlığı esirgeyen oğullar bir yıkımı beraberinde getirmişlerdir. Uzak doğu için saygı kavramı ne kadar önemli ve ciddi bir kavramdır ve yıkım da bu kavramın çevresinde gerçekleşmiştir.

Jiro’nun münzevi eşi Sue’nun kör kardeşi Tsurumari’ye kaostan kaçarken onu koruması için verilen Buda resmi ve kör adamın ellerinden kayması, bize Kurosawa’nın Hümanist düşüncelerine götürür. Savaşı ve kaosu Tanrı/Tanrılar getirmez, her şey insanın elinden geldiği ve sonunu getirdiği durumlardır. Savaş anında insanları koruyan, himayesi altına alan Buda artık yoktur, bu savaş hırsın ve ihanetin savaşıdır. İnsanoğlu her kötülüğü kendi getirir, ilahi kavramlar savaş sahnesinde anlamını yitirmiştir. Ran’ın bize sunduğu birçok öğreti, önemli kavram burda da anlamını korur ve Kurosawa’nın bilgeliğini ortaya koyar.
Notlar :
Bu görkemli yapıt ABD, Londra ve Ulusal yarışmalarda birçok dalda ödül kazanmıştır. Başta BAFTA ve Oscar olmak üzere birçok kurumdan tam not alan film günümüzde de halen aynı heyecanı ve bilgeliği üzerinde taşır. Aynı zamanda hem savaş sahnelerinde hem de durgun sekanslarda kendini gösteren soundtracklarıyla ön plana çıkmaktadır.