İnsan zihnini kuran fikrin nesnesinin beden olması düşüncesi, yani fiili olarak var olan belli bir yer kaplama tavrı[1] olması düşüncesi insanın çevre ve eşya ile ilişkisinde belirginleşir. Taktil duyuların, algıların zihinde işlenmesi ile insan kendisini doğa içinde eşya ile birlikte tanımlar. Bu tanımlama tüm kadim (vahdeti) bilgide insanı merkeze yerleştirir. Bu merkezi hal, insanı yaradılışta en üste yerleştirirken onu çevreye ve eşyaya karşı sorumlu da kılar. Bu sorumluluk aklı ön plana çıkarır.
Modernite kadim olanın insan üzerindeki etkisinin yerine usun kategorileştiren gücünü ikame etmiştir. Bilinmeyene karşı beslenen korku akılda ortaya çıkan zaptedilemeyene/engellenemez olana karşı duyulan dehşet duygusuna yerini bırakır. Modernleşme bu noktada arkaik korkuların ve şiddetin geri dönüşünü beraberinde getirir. Doğadan özgürleşme düşüncesi insan doğası tarafından esir alınmayla son bulur.[2]
Yapay Gerçeklik düşüncesi insan doğasında yer alan temel korkunun karşısında konumlanmıştır. Güncel kaygıların teknolojik düşünce ve tahayyüle de yer alması zaten beklenen ve bilinen bir olgu olsa da gerçeklik ile ilgili ortaya konan yaklaşımların özünde gittikçe ölüm fobisi izlerine rastlanmaktadır. Bu korku bir çeşit ojeni düşüncesiyle bedensel zayıflığa, ölümlülüğe karşı mekanik bedenleri ön plana çıkarır Yeryüzünün, yani dünyanın (kaçınılan doğanın) yok oluş korkusuna karşı ise sanal bir gerçekliğin arayışına girilmiştir. Tüm kurgusal anlatı ve yapılarda bu yansımalar ön plana çıkmaya başlamıştır.

Modernitenin geldiği noktada doğadan özgürleşen insanın kendi doğasını tutsağı olması tespiti bir önerme olarak çözüm yolu önermemektedir. Oysa hemen herkes bu tutsaklıkla ilgili birçok çözüm yolu düşünebilir; bir noktada doğaya geri dönüş fikri doğa içindeyken hissettiğimiz özgürleştirici yalnızlık hemen akla gelebilir. İnsanın bundan sonra kendi doğasından özgürleşmesine bir alternatif olarak sunulan yapay gerçeklik alanları ise bir çeşit limboya dönüşebilir. Şüphesiz bu önerme oldukça karamsar bir tahmin gibi gelebilir. Çünkü sözlerimizin çoğu geleceğe dairdir ve gelecek ile ilgili bir söylemin olumlu olması istenir. Çünkü gelecek süreğen bir şimdiki zaman tasarımıdır. Modernite ve şaşmaz bir akıl inancıyla kendini kadim tanımın, doğanın (fıtratın) dışına çıkaran insan, taktil duyuların temellendirdiği kendi doğasında hapsolmuş ve kilitlenmiştir. Bir sonraki aşamada ise doğanın ve aslında insanın kendi anlamından soyutlandığı/soyulduğu bir gerçeklikte var olması önerilmektedir ona. Neredeyse gerçek gibi ve gerçeğe en uzak bir alanda var olması…

[1] Spinoza (2012). Ethica. (Çev.: Çiğdem Dürüşken), İstanbul: Kabalcı Yayıncılık
[2] Theodor Adorno, Rüya Kayıtları