Ülke büyük bir acının ve yıkımın ortasında. Yaşanan büyük acı insanlarda farklı şekillerde tezahür ediyor. Acıyı yaşayan, acının merkezinde yer alan, evleri yıkılmış yakınlarını kaybetmiş insanların içinde bulunduğu hali ve acının büyüklüğünü anlayabilmek (hissedebilmek) imkânsız. Bölgede olan; afet sonrasında oraya giden orada gönüllü/görevli olarak çalışan insanların tüm bu acılar karşısındaki hali ile bu yıkımı uzaktan takip edenlerin hali ve acıyı yaşama biçimleri arasındaki fark şiddetli.
İnsanın bu acılar karşısında duygudaşlık kurarak hissettiği hüzün hali ve yas süreci bu şahitliklerle birlikte artıyor, şiddetleniyor. Sıcak yara kendini evlerinden kopan başka şehirlere göçmek zorunda kalan insanları ve onların acısını gördükçe sızılıyor. Ve bu acılı halin sürekliliğiyle ilgili gerçeği düşündükçe.
Sözlerin çoğu geleceğe dair. Gelecek ile ilgili konuşur insan. Gelecek ile ilgili hayallerden, ihtimallerden bahseder. Yakınlarını kaybetmiş, evleri yıkılmış, afetin ekonomik/psikolojik ağırlığında ezilen insanların acıları karşısında sözler kıymetsiz, çünkü birçok muhtemel geleceğin/can’ların kaybıyla yok olması sözü kıymetsiz hale getiriyor. Bu sözlerin de bir kıymeti yok. Bu sözler kendimiz için edilmiş sözler.
‘Küçük acılar konuşabilir, büyük kederler ise dilsizdir’ demiş Seneca. Dile gelmeyen , sözün anlamsızlaştığı o büyük acıları işitmek. Söze ihtiyaç duymadan, sözü o acıları dindirebilmek için o acılara sebep olan haksızlıkları haykırabilmek için kullanabilmek. Ve hangi suyun sakasıysak , hissedebildiğimiz kutsal hüznümüze sarılıp , o hüznü taşıyarak, o mücadeleyi yapabilmek, o suyu ulaştırmak için çabalamak gerek.